MERYEM´İN ÖYKÜSÜ

Bu öykü tükenen kadının öyküsüdür. Her yerdedir onlar; köyde, şehirde, evde. Her birinin bir adı olsa da, Ayşe, Fatma. Hatice, biz ne yaşadıklarını bilemeyiz üçüncü sayfalarda manşetlere konu olmadıkça.

 

Bu bir kadının öyküsü. Bilindik ve çok tanıdık. Adı Meryem. Otuz altı yaşında. Tam altı çocuk sahibi. Şehirden uzak bir köyde büyüdü. Büyümek lafın gelişi hani, kısa bir çocukluktu onunki. İkinci sınıfa kadar okula gitti. Anne ve babası yoksuldu. Yürüyerek gitmesi gereken okul dört kilometre uzaktaydı.

 

Babası, kızların kaderinin evlilik olduğunu, çalışmayacaklarını bu nedenle de kız çocuğunu okutmanın zaman kaybı olacağını düşünüyordu. Çünkü hep böyle olmuştu, köylük yeri gelenekler ve töreyle dönerdi.

 

Başka bir gelenek Meryem'i oniki yaşında kadın sünnetine maruz bıraktı. Meryem çok acı çekti ve çok utandı. Gelenek kadın olmayı utanılacak bir şey görüyordu demekki.

 

Meryem on altı yaşındayken ellili yaşlarda bir adamla evlendirildi. Babası damattan yüklü miktar para aldı. Gelenek böyleydi tabiki. Bir sonraki yıl, Meryem ölü bir çocuk doğurdu. Hastalanma dışında doktora gidemezdi, sağlık ocağı köyünden on kilometre uzaktaydı ve kar yolları kapatmıştı.

 

Hamilelik döneminde kocası Meryem'i sıkı sık dövüyordu. Meryem, ölü doğum

yapmasının bu dayaklar sebebiyle olduğuna inanıyordu. Ancak bu geleneklere uygun düşünce değildi. Ailesi ve köydeki çoğu kişi ölü bir çocuk doğurduğu için onu suçladı.

Meryem, kocasından ve hamile kalmaktan korkuyordu. Tekrar hamile kalmak istemiyordu ama… Ama çok fazla tercihi yoktu. Tekrar hamile kaldı. Sonra tekrar ve tekrar. Doğanın da uymak zorunda olduğu bir gelenek vardı herhalde.

 

Köyün yaşlı şifacısı Nesibe anaya gitti. Onun söylediği otlardan oluşan karışımları, okunmuş suları içti. Yetmedi boynuna, koynuna muskalar koydu. Hiçbir sonuç vermedi tüm bunlar. Tekrar hamile kaldı. Çektiği eziyetler hiç durmadı.

 

Sağlık ocağı sadece uzak değildi, aklına estiği yada ihtiyacı olunca gidemezdi. Yalnız çocuklar hasta olduğunda yanında eşlik eden biri olmak şartıyla o kadar yolu yürüyerek gidebilirdi. Nadir gitmelerinden birinde çocuğuna aşı yapan hemşireyle, tüm cesaretini toplayarak doğum kontrolü ile ilgili konuşmak istedi. Meryem bildiği, anasından duyduğu cümlelerle kendini ifade etmeye çalıştı. Bildiği başka bir dil yoktu.Kimse onu anlamadı. Anlamak için çaba da göstermedi.

Meryem'in hayatı şiddet, yoksulluk ve yokluktan ibaret bir hikayeydi. Hamilelikleri esnasında ve çocuklarını yetiştirirken ruhsal ve bedensel olarak sağlam kalmaya çabaladı. Küçük bir tarlayı ekip biçerek çocuklarını beslemeye çalıştı. Çünkü kocası ona hiçbir zaman yeterli miktarda para vermedi. Anne babasından, din görevlilerinden yardım istedi. Herkes ona kocasına itaat etmesini söyledi ve geleneklere uygun olanın kocasına ve ailesine itaat olduğunu hatırlattı.

 

Bir gün kocası Meryem'i başka bir adamla zaman geçirmekle suçladı. Köye arabasıyla gelen, plastik öteberi satışı yapan leğenci Hüso ile konuşup gülüştüğünü iddia ediyordu... Cevap vermek istediğinde sertçe vurup Meryem'i yere düşündü ve defalarca tekmeledi. Ona bir fahişe olduğunu, namusunu kirlettiğini, intikamını olacağını öyledi.

 

Meryem fena yaralanmıştı. Her nefes alışında kaburgaları bıçak gibi saplanıyordu sanki. Kemiklerinin kırıldığını düşünüyordu. Haftalarca evden çıkamadı. Sağlık ocağına ya da başka yere gidecek parası da yoktu. Köydeki bazı insanlar kocasının ileri gittiğini düşünse de kimse ona yardım etmedi. Tarlaya bakamadığı için çocuklarıyla beraber -neredeyse açlıktan ölecekti. Kocasının uzun süre gelmemeleri öncesinde de sık yaşadığı bir durumdu. Meryem gelecekte daha fazla şiddetle karşılaşacağını biliyordu artık. Hem kendisinin hem de çocuklarının hayatı için endişelenmeye başladı.

 

Bir gece rüyasında kendi ölümünü gördü Meryem. Hemen yanında bir kan gölü içinde altı yavrusu hareketsiz uzanıyordu. Kıpkırmızı bir kabustu. Kan ter içinde uyandı büyük dehşetle. Ne kadar da gerçekdi

.

Ertesi sabah artık köyden ayrılması gerektiğine karar verdi. Yol bilmez iz bilmez Meryem, gitmenin kalmaktan daha az tehlikeli olduğuna hükmetti. Sonraki günlerde bir gece karanlığında çocuklarını yanına alarak terk etti köyünü, nereye gideceğini bilmeden

 

Şimdi başka bir evde Meryem. İsmi gizli bir şehrin kenar mahallesinde. Hala sıkıntı içinde. Geçinme gayretinde. Kendi ülkesinde bir mülteci olarak yaşıyor. Yurdu oldugu sandığı bir ülkede yurtsuzlara has sığıntı buhranıyla. Kocası tarafından bulunup köye geri götürülmekten, hayır öldürülmekten korkuyor. Şu çocuklar olmasa çoktan kucak açardı ölüme.

 

Meryem'in öyküsü bu. Öykü deyince kurgu aklınıza gelir muhakkak. Meryem'i bir kurgu öznesi yapmak, yalancıktan hikaye anlatmak, Meryem'i yok saymak içimizi rahatlatır belki de. Ama biliriz içten içe, benzer öykülerin ülkenin bir köşesinde yaşandığını hala.

 

Meryem ve dünyanın tüm Meryem gibileri için ne hissederiz? Empati yapıyoruz diye acımayla mi yetiniyoruz Meryem ve çocuklarına? Yoksa Polyannacılık misali İçin için Meryem olmadığımız için seviniyor muyuz?

 

Fiedal Castro'nun "Dilenciye verilen bir ekmek yardımseverlik değildir. Asıl yardımseverlik.

siz de dilenci kadar açken onunla paylaşılan ekmektir" sözü empati kavramının anlamını ortaya koyar. Işte bu sebeple empatiyi gerçek anlamda sağlamak yeryüzünün en zor işidir. Empati için uğraşılabilir ama ulaşılamaz.

 

Meryem ki, kendi bedeni hakkında dahi kendisi karar veremeyen, eğitim görme

hakkı, sağlıklı olma hakkı dahil, toplumun gelenek,töre diye adlandırdığı tüm otorite unsurlarının baba-koca, aile, devlet, din baskısıyla tüm hakları gasp edilmiş bir insan, bir kadındır.

.

Meryem'in sorunları ne zaman başladı? Eğitim hakkından uzaklaştıktan sonra mı yoksa doğuştan mı?

 

Yoksulluk mesela. Meryem ve çocukları üzerine nasıl etkisi oldu? Ama en önemli soru; meryem ve kocasının yoksulluğu, yoksunluğu eşit miydi? Sistem, nasıl bir sistemse yoksulluk ve yoksunlukta bile eşitliği sağlayamamış iken varsıllığı nasıl adil paylaşabilir?

 

Görüldüğü üzere insana ait hakların tümü birbiriyle bağımlı. Birinin yokluğu diğerini de etkiliyor. İnsan hakları ihlallerinin birçok sebebi olabilir. Fakat en temel sebep yeryüzünde kurulan düzenin "eksiltme" üzerine kurulmasıdır. Neoliberalizm "eksiltme" düşüncesidir. Burada birinin tok olması başka bir yerde yaşayan için açlığı zorunlu kılıyor. Varlık içinde yaşamanın bedelini başka bir yerde yaşanan yoksullukla ödeniyor. Yatağına ac olarak giren çocuklarin olmasinin sebebi dunya kaynaklarinin yetersizligi değil, paylaşımın doğru olmamasıdır. Dünyanın bir yerinde yaz aylarında insanlar birazcık terlemiyorsa. kışları birazcık üşümüyorsa yeryüzünün başka bir yerinde elektriğe ulaşılamıyor demektir.

..

İnsanın yeryüzüne geliş ereğinin mutluluk olarak görülmesi en hafifi romantizm, en ağırından ise düşmanlıktır. Eğer yeryüzünde illa bir şey yasaklanacaksa, “Polyanna”

öğretisi olmalıdır. Çünkü mutlu olmak uğruna yapılanlar eksiltme temelli düzeni beslemektedir. Mutlulukların başka toplumların mutsuzluğu üzerinde inşa edilmesi siyaset kaidesi ise yıkılsın bu düşünce. Mutluluk degil, huzurdur peşinden koşulması gereken kavram. Yıllarca huzuru başka yerlerde aratan tüm takiyecilere inat, arabalarin camlarina, dağa taşa beyaz kireçlerle, büyük büyük “ HUZUR PAYLAŞMAKTA, MUTLULUK HİÇBİR ŞEY “ yazılmalı.


Yorumları görüntülemek için giriş yapmalısınız.