Diyarbakır'da kaybolduktan 19 gün sonra cansız bedeni bir dere kenarında ve çuval içinde bulunan 8 yaşında bir çocuk; Narin…
Türkiye’de her gün artan çocuk istismarı ve çocuk cinayetleri, toplumsal yapı ve normlarla derinlemesine bağlantılı, çok katmanlı bir sorun.
Narin Güran'ın katledilmesinin sebeplerini anlamak için olayın arka planını ve toplumsal dinamikleri incelemek elbette önemlidir, ancak bu çocuğu hayatta tutabilmenin, öncelikle devletin görevi olduğunu belirterek söze başlamak gerekir.
Türkiye, teorik olarak çocuk haklarına ilişkin uluslararası standartları benimsemiş bir ülkedir. 1989 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen Çocuk Haklarına Dair Sözleşme'yi 1990'da onaylayan Türkiye, çocukların eğitim, sağlık, korunma ve gelişim haklarını güvence altına almayı taahhüt etmiştir. Bu haklar arasında yaşama hakkı, şiddetten korunma hakkı, eğitim hakkı ve sosyal hizmetlerden yararlanma hakkı bulunmaktadır.
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin altına imza koyan devletler, uluslararası hukuk çerçevesinde sözleşme hükümlerini yerine getirmek, çocuğun yaşama ve gelişme hakkını mümkün olan en ileri derecede güvence altına almak durumundadır.
Türkiye, tam adı “Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan Lanzarote Sözleşmesi’ni de ilk imzalayan devletlerden biri olmasına rağmen, bu sözleşmedeki yükümlülükleri de tam anlamıyla yerine getirmemektedir. Tıpkı İstanbul Sözleşmesi gibi!
Bir gece yarısı kararıyla imza çekilen İstanbul Sözleşmesi, her ne kadar kadınları koruyan bir sözleşme olarak bilinse de, çocuğun cinsel istismarı suçunun önlenmesi için çok önemli uluslararası bir metindir.
TÜİK'in kayıp çocuklara ilişkin veri paylaşmadığı bu 8 yılda, Adalet Bakanlığının Adli Sicil istatistiklerine göre çocuklara yönelik cinsel istismar suçu sayısının da iki katına çıktığını belirtirken İstanbul Sözleşmesi’nin önemini bir kez daha vurgulamak gerekir.
Çünkü Sözleşme, erken yaşta ve zorla evlendirmeleri yasaklar, çocuk tanıkları korur. Devletlere, çocukların güvenli ve sağlıklı bir ortamda yaşayabilmeleri için toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayacak bütüncül politikalar izlenmesi görevini yükler.
Biliyoruz ki, ataerki, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, dinselleştirilen eğitim, her alanda antilaik uygulamalar, şiddet kültürü, cezasızlık politikaları, devletin yasal ve sosyal koruma görevlerini tam olarak yerine getirmemesi, yargı sistemindeki aksaklıklar ve adaletsizlik bu tür cinayetlerin işlenmesine zemin hazırlayan en önemli etkenler.
Narin Güran cinayeti de, sadece bireysel bir suç olmanın ötesinde, bu toplumsal sorunları tekrar ortaya koydu.
Gördük ki, yaşadığı köyde, kendini en çok güvende hissetmesi gereken yerde katledilen küçücük bir kız çocuğunun cansız bedeni bulunamasın diye 19 gün boyunca o köyde yaşayanlar, o “kutsal ailelerin” fertleri büyük bir oyun oynayabiliyor, susuyor ve suça ortak olabiliyor.
Arama çalışmaları sürerken AKP’li bir milletvekili “Aileyle 40 yıllık dostluğumuz var” diyerek faillere referans olabiliyor.
Yine gördük ki, yayın yasaklarına rağmen gazeteciler, bağımsız internet yayıncıları, yurttaşlar artık bu cinayetlerin üzerinin örtülmesine izin vermiyor.
Ülkenin dört bir yanında ayağa kalkan kadınları barikatlar durduramıyor.
Narin’in katledilmesi, bu yönüyle de bir dönüm noktası oldu.
Susmayı reddedenler kamuoyu oluşturuyor ve dosyayı gündemde tutmaya devam ediyor.
Acımız ve öfkemiz büyük, ancak dayanışmayı ve mücadele gücümüzü de büyütmeliyiz.
Çünkü kadını ve kız çocuklarını değersizleştiren bu zihniyeti dönüştürmek, çocukların hükûmet-aile-tarikat işbirliğiyle kaybedilmesinin, katledilmesinin önüne geçmek zorundayız.
Çünkü ataerkil sistem, toplumsal cinsiyet rollerini ve ilişkilerini erkeklerin egemen olduğu bir yapıda düzenler. Böylece erkekler, aile içindeki güç dinamiklerinde üstün konumda bulunur. Bu güç ve kontrol, çocuklara yönelik istismarın daha kolay gizlenmesine veya normalleşmesine yol açar. Çocukların yaşadığı istismarın raporlanmasını veya yardım mekanizmalarını kısıtlar.
Narin’in ablasının ölümünün bunca yıl karanlıkta kalması, bir mezarının bile olmaması buna örnektir.
Okula gideceği gün mezara giren küçücük bir bedenin tabutu üstüne gelinlik örten de, kadınları ve kız çocuklarını sadece "kutsal aile" içinde tanımlayan ve yine orada "kaybeden", "katleden" de ataerkil zihniyettir.
Çocuklara bu şekilde cinsiyet rolleri ve normlar konusunda belirli kalıplar dayatan ataerki, erkeklerin güç ve otorite kullanma biçimlerini, kadınların ise bu durumu kabul etme veya sessiz kalma eğilimlerini güçlendirerek, çocukların şiddet ve istismara karşı daha da savunmasız kalmalarına neden olur.
İşte bu tutumu pekiştiren, sosyolojik bir "tanımı" kutsayarak kadınları içine hapseden, sadece "o evin içinde" var edip, kimliğini, kişiliğini değersizleştiren politikalar, ülkede yaşayan kadınların, çocukların katilidir.
Bugün adeta sistematik hale gelen çocuk istismarları ve cinayetlerinin önlenmesi için ataerkil normların kırılması ve daha eşitlikçi bir sosyolojik yapının oluşması şart.
Çocukların güvenliğini sağlama ve haklarını korumak görevini yerine getirmek için toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bir yaklaşım benimsemek temel adımdır. Bu konudaki en iyi rehber de İstanbul Sözleşmesidir.
Toplumun tüm kesimlerine yönelik cinsiyet eşitliği ve çocuk hakları eğitimi verilmeli, etkili yasalar ve güçlü koruma mekanizmaları geliştirilmelidir.
Çocuklara yönelik sosyal destek sistemleri güçlendirilmeli ve erken müdahale mekanizmaları oluşturulmalıdır.
Bu cinayetin aydınlatılması ve faillerin gereken cezayı alması için sürecin takipçisi olmak, konuyu gündemde tutmak, Narin’in ve kaybedilen tüm çocukların hesabını sormaktan vazgeçmemek yaşamsal önem taşıyor.
Gamze Burcu GUL