Pir Sultan Abdal ne güzel demiş, bozuk düzende sağlam çark olmaz diye. Yeni doğan yoğun bakımlarda yoğunlaşan tartışmalar, bizim yıllardır vurguladığımız sağlıkta piyasalaşmanın hazin ve sürpriz olmayan sonuçlarıdır. Sağlıkta piyasalaşma, sağlık hizmet sunumlarının hemen hemen bütün süreçlerini etkilemiş durumda. İşçi sağlığı alanının bundan muaf olması beklenemezdi zaten.
Bizde de bu durum, iş cinayetlerinin yıllar içinde artarak devam etmesi ve çalışırken/çalıştığı iş nedeniyle hastalanan, yaralanan, sakatlanan işçilerle kendini gösteriyor.
Yıllardır işçi sağlığı ve güvenli çalışma ortamlarıyla ilgili ciddi sorunlar yaşıyoruz. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası 12. yılını doldurdu. Özünde, özel sektörün piyasaya egemen olmasını hedefleyen ve önceleyen bir yasa bu.
“Bu yasadan sonra kimse açıkta kalmayacak, kamu-özel bütün çalışanlar İSG koruması altına girecek” denildiği halde yasanın “50’den az işçisi olan az tehlikeli işyerleri ve kamu çalışanlarını kapsayan maddeleri” toplamda 5 kere ertelenmiş oldu, bu yıl sonunda bir erteleme daha bekliyoruz.
İlgili sendika, meslek örgütleri, sivil toplum kuruluşlarının görüş ve önerileri alınmadan, sahanın gerçekleri ve bilimsel gereklilikler göz ardı edilerek, yapılan uyarılar ve itirazlar dikkate alınmadan, masa başında yapılan bir yasadan bundan başkası beklenemezdi zaten.
Bu kadar güvenilen ve övünülen yasanın, alanda iyileştirmelere neden olması beklenir değil mi?
Yasa yayınlandığından bu yana İSİG Meclisinin kayıtlarına göre 22 bin üzerinde işçi iş cinayetlerinde hayatlarını yitirdiler. Daha da kötü olan ise bu sayılarda azalma yerine yıllar içinde artış olması. 2012 yılında 878 işçimiz ölürken, 2020 yılında 2427 işçimizi iş cinayetlerinde kaybetmişiz. Yani günde yaklaşık 6-7 işçiyi, ayda ortalama 150-200 işçiyi inşaatlarda, yollarda, trafik kazalarında, yüksekten düşerek, elektrik çarparak, tamamı önlenebilir nedenlerden öldürüyoruz.
Soma’nın, Bartın’ın, İliç’in raporlarında ağır ihmallerin olduğu ortaya çıkmıştı. Soma’da 301 madenci öldüğünde “bu kadarı da kabul edilemez” demiş, isyan etmiştik. Ülkemizde her 2 ayda bir, Soma Katliamından fazla işçi ölüyor. Ölümler, bile isteye, yapılması gereken yapılmadığı, yasalara tam uyulmadığı için, denetim yetersizliğinden, göz göre göre geliyor. Bu yüzden ölümlü iş kazası değil iş cinayeti diyoruz buna.
Türkiye’de çocuk işçilik oranı gittikçe artıyor, yaklaşık 1,5 milyon çocuk okul forması yerine işçi kıyafeti giymek, çalışmak zorunda, çalışma yaşı 4’e inmiş durumda. Her gün 1-2 çocuğumuz çalışırken ölüyor. Bu kabul edilebilir değil.
Bu da yetmezmiş gibi 2016 yılında zorunlu eğitim kapsamına alınan meslek edindirme merkezleri yani MESEM’ler, yasal kılıf altında çocukları okuldan alıp iş yaşamına, fabrikalara sokuyor, yasalara göre çalışmaları yasaklanmış iş alanlarında çocukları ucuz iş gücü olarak kullanmaktan çekinmiyorlar.
Bunlar sadece kayıt altına alınan işçilerin verileri. Bir de karın tokluğuna, güvencesiz, sendikasız, merdiven altı dediğimiz işletmelerde hiçbir işçi sağlığı ve güvenliği önlemi alınmadan çalışanlar var. Onlar bu istatistiğin içinde değiller.
2023 yılı SGK verilerine göre meslek hastalığına yakalanan işçi sayısı sadece 945. Hepimiz biliyoruz ki sene sonunda telaffuz edilen bu rakamlar doğru değil. Sadece çalıştığı işyeri, yaptığı iş nedeniyle hastalanan işçi sayısının, yayınlananın 20-30 katı daha fazla olması gerektiğini biliyoruz. Meslek hastalığı tanısı koyamazken, tespit yapamazken, önlemini nasıl alacağız?
Yasa çıkalı 12 yıl dolduğu halde kamuyu bir yana bırakın, tam rakamı bilmemekle beraber işyerlerinin neredeyse yarısının hala bir işyeri hekimi olmadığını ve çalışanların en asgarisinden de olsa bir İSG hizmeti almadığını tahmin edebiliyoruz.
Bu durumun yetkililer tarafından bilinmemesi mümkün değil. Bunu denetleyen de yok, bu işyerlerine ceza kesen de; varsa da sorunun çözümüne yönelik müspet bir girişim olmadığı kesin. İyi kötü bir yasamız var ama onu bile tam olarak uygulamıyorlar.
Bu yasa çalışma yaşamına olumlu katkı sunmadı, kimlere yaradı peki?
Bu yasa sayesinde İSİG hizmetleri piyasaya açıldı, taşeronlaştırıldı, bu alanı Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri (OSGB) adı altında özel şirketler aralarında paylaştılar, OSGB’lerin sayıları yıllar içinde hızla arttı.
Belki işçi sağlığı ve iş güvenliği (İSİG) hizmeti alan işyeri sayısı arttı ama OSGB’ler arasında yaşanan rekabet sonucu hizmet kalitesi ve niteliği düştü. Bu acımasız rekabet ortamından işini iyi yapmaya çalışan OSGB’lerin de şikâyetçi olduğunu biliyoruz.
İSİG profesyonelleri yani işyeri hekimleri, hemşireleri, iş güvenliği uzmanları OSGB’ler dışında iş bulmaz oldular, buralara mahkûm kaldılar. OSGB’ler taşeron iş bulma kurumları haline geldi.
Meslektaşlarımız mesleki bağımsızlıklarını ve iş güvencelerini kaybettiler. İşyeri hekimlerinin, iş güvenliği uzmanlarının maaşları yıllar içinde hızla düştü.
Sağlıksız ortamlarda ve kötü çalışma koşullarında hizmet vermek, elinde çantasıyla, kendi aracıyla yollarda, onlarca işyerine giderek, kendine ait bir odası, muayene masası bile olmadan çalışmak zorunda kaldılar.
İşyeri hekimi sertifika eğitimleri de piyasaya devredildi. Eğitimde de kalite düştü, mevzuattan bile habersiz işyeri hekimleri, hemşireler, uzmanlar yetiştiriliyor ne yazık ki.
Elimizdeki son verilere göre aktif olarak çalışan 15 bine yakın işyeri hekimi var. Artık Hipokrat yeminini edebilmenin bile zorlaştığı bir dönemdeyiz.
İşyeri hekimleri hem bağlı olduğu OSGB yöneticisi hem de hizmet verdiği işyerinin yöneticisinin talepleri arasında bunalıyor, mesleklerinin gereğini yerine getirmekte zorlanıyorlar.
Mesleki bağımsızlığımızın ellerinden hızla kayıp gittiğini hissediyor, işten atılmaktan, işsiz kalmaktan korkarak, düşük ücretlerde çalışıyorlar.
Hekimliğimizi gereği gibi yapabilmemiz için bilimin yol göstericiliğinde, birey ve toplum sağlığını önceleyen, piyasanın rekabetçi ve acımasız koşullarına, mesleğin ve hekimin kurban edilmediği, mesleki özerkliğimizin sağlandığı, iş güvencemizin işverenlerin iki dudağının arasında olmadığı, kamusal bir anlayışla çalışabileceğimiz ortamların biran önce yaratılması gerekmektedir.
Yasanın alanda yaptığı tahribat ortadayken, kamusal bir modelini talep etmek ve bu konuyu bir mücadele başlığına çevirmek; emekten yana, bilimsel değerleri önceleyen meslek örgütleri ve sendikalar için tarihi bir görev olarak düşünülmelidir.
Çünkü bu cendereden çıkışın tek yolunun piyasanın, özel şirketlerin çıkarını değil, toplumun/kamunun/işçinin yararını düşünen ve önceleyen bir sağlık sistemi olduğunu biliyoruz.